Ertuğrul Özkök'ten İlginç Soru: Venedik'te En Çok Çalınan Türk Şarkısı Hangisi?
Venedik'in kalabalık San Marco Meydanı'nda, gün batımını izlerken tanıdık bir melodi yükseliyor: "İstanbul İstanbul Olalı..." Bu beklenmedik sürpriz, meydandaki Türk vatandaşlarını şaşırtıp duygulandırıyor. Venedik'te bir İstanbul esintisi.

24 Mayıs 2025
Geçtiğimiz cumartesi, Venedik'in ikonik San Marco Meydanı'nda, gün batımının o büyüleyici anında bir kafede otururken, kendimi beklenmedik bir müzik ziyafetinin içinde buldum. Meydan her zamanki gibi canlı ve kalabalıktı.
Oturduğumuz kafede, şık smokinler içindeki müzisyenlerden oluşan bir orkestra, meydanın atmosferine zarafet katıyordu. Aniden, tanıdık bir melodi yükseldi:
“İstanbul İstanbul Olalı…”
Bu, o meydanda bulunan her Türk vatandaşının kalbine dokunan, ortak bir hafızanın şarkısıydı. Orkestra, bu sevilen parçayı olağanüstü bir ustalıkla icra ediyordu.
Elbette, bu güzel performansın ardından müzisyenlere hak ettikleri bahşişi vermekte tereddüt etmedik. Aynı akşam, San Marco Meydanı'ndaki iki farklı kafede daha aynı şarkıyı duyduk.
Öğrendiğimize göre, bir gece önce Vedat Alaton'un düğünü gerçekleşmiş ve bu nedenle Venedik'te yoğun bir Türk nüfusu bulunuyordu.
Şarkının sözleri ve müziği, Türk pop müziğinin efsanevi ismi Sezen Aksu'ya ait. “Şarkı Söylemek Lazım” albümünün ikinci sıradaki bu parçası, Aksu'nun kendi hayatından derin izler taşıyor. Sanatçı, bu şarkıyla ilgili duygularını şu sözlerle ifade etmişti:
"Hepimizin hayatında olmuştur böyle şiddetli şeyler, şaka değil, hakkaten oturdum Kanlıca'nın orta yerinde bi' taşa, o kadar acı çekiyorum, o kadar acı çekiyorum ki... Hem ağladım hem yazdım şarkıyı. Hem ağlıyorum hem şarkıyı yazıyorum, hem de hakkaten gelmişine geçmişine... Herkesin çok taşkın olmaya, çok saçmalamaya hakkı var bence. Bu da öyle bir andır."
Şarkıyı dinlerken, Sezen Aksu'nun ne kadar haklı olduğunu derinden hissettim. Sanki hepimiz aynı duygusal girdabın içindeydik. Taşkın olmaya, hatta saçmalamaya duyduğumuz ihtiyaç hiç bu kadar yoğun olmamıştı. İçinde bulunduğumuz koşullar, bizi bu noktaya getirmişti.
Orkestranın şefiyle yaptığım sohbette, bu şarkının meydana gelen Türklerin en çok istediği parça olduğunu öğrendim. 2002 yılından beri dinlediğimiz bu şarkı, meğer 23 yılda ruhumuza ne kadar işlemiş!
Bir de “Üsküdar’a Giderken” şarkısını duydum. Biz böyleyiz işte. Bazen Türkiye’nin şu kâbus baskısından kaçmak istiyoruz, kendimizi dışarı atıyoruz. Ama ülkemiz asla kendini bizim içimizden dışarı attırmıyor.
Oradan meydanın öteki ucuna geçiyorum.
Bu meydana bugüne kadar kim bilir kaç defa gelmiştim. Her gelişimde Visconti’nin “Venedik’te Ölüm” filmi ile dolu olduğum için bu meydana adını veren San Marco Bazilikası’na hiç girmemiştim.
Son gelişimde Venedik’te Ölüm filminin çekildiği Hotel des Bains’de bir gün geçirince, bu şehirde ölümle işimi hallettim.
Artık şehri gezmeye başlama zamanım gelmişti.
Özel bir izinle ve özel bir rehberle ilk defa San Marco Bazilikası’nı gezdim.
Dışardan baktığımda bana hep “Versace desenli, arabesk bir Katolik mabet” gibi görünürdü.
Ancak içine girince kendimi bir anda İstanbul’daki Ayasofya’nın kubbesinin altında hissettim.
Tipik bir Bizans Ortodoks kilisesi iç mekânı vardı karşımda.
Burada “Katoliklik mi Ortadokslaşmış, Ortadoksluk mu Katolikleşmiş” karar veremedim.
Belli ki, dönemin Konstantinapol’ü, Venedik’i çok köklü biçimde etkilemiş.
Kilisenin adı, Markos İncil’ini yazan San Marco’dan geliyor.
Hikâyesi Venedikli tüccarların 828 yılında Mısır’da, İskenderiye’den Aziz Markos’un kutsal emanetlerini çalıp getirmeleri ile başlıyor.
Bazilika 1094 yılında Vatikan tarafından San Marco olarak kutsanınca ilginç bir gelişme oluyor.
Aynı yıl San Marco’nun vücudu Venedikli bazı tüccarlar tarafından bir sütun içinde bulunuyor ve Venedik’e getiriliyor.
Rehberimiz bu kemiklerin Mısır’ın Müslüman görevlilerinden nasıl kaçırıldığını anlattı.
Kemiklerin üzerine domuz eti koymuşlar.
Domuz eti olduğu için Müslüman görevliler dokunmamış ve sandıkları açmamış.
Ne kadar doğrudur bilmiyorum ama anlattıkları hikâye bu.
İlber Hoca’ya sorsam vereceği cevabı çok iyi biliyorum. “Topkapı’daki Kutsal Emanetler”le ilgili söylediği şu sözü tekrarlayacaktır:
“İnsanlar bir şeyin kutsal olduğuna inanıyorsa, bırakın inanmaya devam etsin.”
Aslında bu kilise, bir anlamda Doğu’dan getirilen ve çoğu çalıntı olan emanetlerle meşhur bugün.
Mesela meydandan kiliseye baktığımızda teras kısmında gördüğümüz dört at heykeli de böyle.
Bu atlar 1204 yılında Venedikli tüccarlar tarafından İstanbul Hipodromu’ndan çalınıp getirilen heykeller.
Terastakiler replika.
Orijinalleri kilisenin üst katında kapalı bir mekânda duruyor.
Hâlâ çok etkileyici.
Dünyanın birçok yerinde opera izledim.
Ama Venedik’teki ünlü Fenice Tiyatrosu’na da ilk defa gidiyorum.
Verdi’nin Attila operasını da ilk defa izledim.
Verdi’nin Aida, Nabucco ve La Traviata’sını daha önce seyretmiştim.
Ama Attila’sını ilk defa seyrediyordum.
Fenice Tiyatro binası opera geleneğinin bütün dekorsal özelliklerini taşıyor.
Hun imparatoru Attila’nın İtalya’yı işgali sırasında geçiyor.
Verdi’nin en güzel eseri değil ama keyifle izledim.
Attila’yı bu mekânda dinlemenin özel bir ayrıcalığı da var.
Çünkü Verdi’nin bu eserinin prömiyeri, 17 Mart 1846’da bu binada yapılmıştı.
Tabii Verdi tarihi kendi duygularına göre yeniden yazmış.
İtalyan milliyetçiliğinin bütün renkleri, olayın tarihi hikâyesini yeniden boyamış.
Mesela bir sahnede Attila, karşısında Papa Leo’yu görünce korku içinde yere yığılıyor.
Attila ile Papa Büyük Leo karşılaştı ama koskoca Hun imparatorunun korkudan yere serildiğini hiç sanmıyorum.
Attila operasının biz Türkler için de özel bir yanı da var.
Odabbella rolünü 1972’de Leyla Gencer oynamıştı.
Floransa Tiyatrosu’nda Riccardo Muti yönetimindeki performansı ile ilgili epey hikâye dinlemiştim.
Attila rolünü de ünlü tenor Nicolai Ghiaurrov oynamıştı.
San Marco Meydanı yakınlarında hep önünden geçtiğim bir kilise daha vardı ve o güne kadar hiç girmemiştim.
Meğer o kilisede dinî bir başeser varmış.
San Moise aslında bir cemaat kilisesi.
Yedinci yüzyılda yapılmış ve o dönemdeki kiliselerin çoğu gibi “Eski Ahit” peygamberlerinin adını taşıyor.
Yani Hazreti Musa’ya adanmış bir ibadet yeri burası.
Kilisenin girişinde, sol tarafta, geçenlerde ölen Papa Fransuva’ya adanmış bir köşe dikkati çekiyor.
Bu kilisenin en bilinen eseri girişte karşınıza çıkan çarmıhtaki İsa heykeli.
1711 yılında dönemin ünlü heykeltraşı Giussepe Toretti tarafından yapılmış.
İsviçre çamından yapılmış…
İsa’nın çarmıhta ölmeden önce can çekişirkenki halini tasvir ediyor.
Can çekişen bir insanın yüzündeki ifade nasıldır?
İster istemez fotoğrafını çekip büyüterek detaylarına bakıyorsunuz.
İlk duygunuz şu oluyor:
İnsan elinin çam ağacına böylesine çarpıcı bir ifade vermesi karşısında hayranlığınızı saklayamıyorsunuz.
Ayrıca Hazreti İsa’nın beden çizgileri ve hareketi de çok etkileyici.
Venedik’e gidenlere mutlaka gidip görün derim.
2019 yılında Venedik’i su bastığında bu heykel yere düşmüş ve bir süre suyun içinde kalmış.
Sonra çok başarılı bir biçimde restore edilmiş.
Bu başeser 314 yıldır bütün insanlık adına günahların kefaretini ödeyen bir insanın yüzündeki acı çeken ifadeyi bize anlatıyor.
Orada ikinci olarak şunu düşündüm.
İsa’nın çarmıha gerildiği yıl insanlığın günahları henüz çok azdı.
Şu 314 yıldır bütün dünyanın hem insanlara hem Tanrı’nın yarattığı bu doğaya karşı işlediği suçları bir düşünün.
Bugün hiçbir insan ve çarmıh, o kadar günahın yükünü taşıyamazdı.
Hazreti Musa kilisesinden işte bu “son sorgulama” duygusuyla ayrıldım.
Nükhet Duru’nun hafızamıza emanet ettiği en büyük şarkıların ikisi “Melankoli” ve “Ben Sana Vurgunum”dur.
Her ikisinin sözleri de Sabahattin Ali’ye aittir ve her ikisini de ilkokuldan sınıf arkadaşım Ali Kocatepe besteledi.
Hâlâ hiç bıkmadan, hep özleyerek dinlerim.
“Ben Sana Vurgunum” şarkısının bir başka ilginç özelliği daha var.
The Weeknd çıkış şarkılarından biri olan “Often”da “Ben Sana Vurgunum”un bu nakarat kısmını geri planda kullanmıştı.
Weeknd’i meşhur eden şarkılardan biridir.
Ali Kocatepe şimdi Sabahattin Ali’den 9’uncu şarkısını besteledi ve geçen hafta yayınladı.
Ali, 70’lerden başlayarak bugüne kadar en çok Sabahattin Ali şiiri besteleyen şarkı yazarıdır.
Bestelediği şiirler arasında şunlar var:
“Ben Sana Vurgunum “, “Melankoli”, “Çocuklar Gibi”, “Meskenim Dağlar”, “Çakır”, “Benimsin Diyemediğim”, “Yaşamak”, “Geçmiyor Günler Geçmiyor.”
Son bestesi “Bir Macera”, 1928’de karşılıksız bir aşkla bağlandığı Nahit Hanım için yazdığı pek bilinmeyen bir şiiri…
Tam bir “aile şarkısı” olmuş.
Şarkıyı Aysun Kocatepe seslendirdi.
Klibini de kızları İlkyaz çekti.
Düzenlemeyi Ceyda Pirali yaptı.
Ali benim İzmir yıllarımın dostudur. İzmir Gazi İlkokulu’nda öğretmenimiz Hatice Birkan’ın sınıfında başlayan arkadaşlığımız 70 yıldır devam ediyor.
İlokulda onunla birlikte “Cem Sultan” adlı bir oyun yazdık ve sınıfta oynadık.
Rolling Stones’un ilk fotoğrafını onun İzmir Yeni Asır gazetesinde hazırladığı müzik sayfasında gördüm.
Çok başarılı bir sayfaydı.
İzmir Radyosu’nda, Reşat Nevruzlu, Şebla Kantarcı, Bülend Özveren, Bülent Gül ile birlikte hazırladıkları pop müzik programları bence Türk radyoculuk tarihinin altın dönemlerinden biridir.
Yani bu ülkede Ali’nin müziğe katkıları saymakla bitirilmez.
İşte bütün bunlardan dolayı Ali’yle hep gurur duyuyorum.
Haber Merkezi