Ertuğrul Özkök'ten Dikkat Çeken Soru: Türklerin Yüzde Kaçı "Hikikomori", Yüzde Kaçı "Yürüme Bandı" Hedonisti?
2016'da Coachella'da gerçekleşen "Desert Trip" festivali, The Rolling Stones, Paul McCartney gibi efsanevi isimleri ağırladı. 72 yaş ortalamasına sahip sanatçılar, 55 yaş ortalamalı 70 bin kişilik seyirciyle buluştu. Analog nesil, dijital çağın zihniyetiyle bir araya gelerek unutulmaz bir deneyim yaşadı.
31 Ağustos 2025 07:00
2016 yılının Ekim ayında “Desert Trip” adı verilen üç gecelik konser festivali için Coachella’ya gitmiştim.
Üç gece boyunca The Rolling Stones, Paul McCartney, Bob Dylan, Neil Young, Roger Waters ve The Who topluluklarını izledim.
O yıl, sahnedekilerin yaş ortalaması 72’iydi…
70 bin seyircinin yaş ortalaması ise 55’ti…
Yani neredeyse 4 nesil birlikte izlemiştik o konserleri…
Hayata “analog” kafayla başlayan bir neslin, “dijital” teknoloji çağının zihniyeti ile hayata başlayan nesille buluşmasıydı.
Gündüzleri çevredeki Mojave Çölü’nde dolaşıyordum.
Bu arada U2 grubunun en ünlü albümü “Joshua Tree”ye adını veren Jashua (Jeşu) ağaçları milli parkına gittim.
Tam da albümün kapağındaki görüntünün içinde fotoğraf çektirdim.
Türkiye’ye dönüşte, bir gün torunum Sinan’ın odasının önünden geçerken onun Playstation’da oynadığı oyun dikkatimi çekti.
Benim gezdiğim Joshua ormanına benzeyen bir çizgi mekânda geçen bir bilgisayar oyunu oyunuydu.
Hemen cep telefonumun ekranına Joshua ormanında çektirdiğim fotoğraflarımı çağırıp ona gösterdim.
10 saniye kadar ekrandaki fotoğrafa baktı.
Sonra oyununu hızla geriye getirip bir sahne üzerinde durdu.
Ekrandaki çizgi film şeklindeki Joshua görüntüsü, benim fotoğrafımdaki ağaçların ve kayaların aynısıydı.
Yani fotoğraf çektirdiğim o gerçek yer, şimdi bir çizgi dünya olarak karşımdaydı.
“Analog gerçek” veya “organik gerçekle”, “dijital gerçek” veya “subjektif gerçek” arasındaki ilişki ve farkı ilk defa bu kadar çarpıcı biçimde o gün gördüm…
O gün torunumun odasındaki ekrana ve cep telefonumun ekranındaki kendime bakarken henüz “hikikomori” kelimesini bilmiyordum…
Geçen salı gece yarısını geçinceye kadar da hiç duymamıştım.
Bugünlerde Fransa’nın en gözde düşünürlerinden biri Gerald Bronner…
Salı sabaha karşı işte onun “A l’Assaut du Reel” adlı yeni kitabını okumaya başladım.
Türkçeye “Gerçeğe Saldırı” diye çevirebiliriz.
Sorbonne’da ders veren bir öğretim üyesi ve dersleri çok gözde.
L’Express dergisi onunu için “Çağımızın gerçek düşünürü” diyor.
Kitabın temel konularından biri, “bireylerin artık gerçekten kaçmaları…”
Bunun en çarpıcı örneği “hikikomari”lermiş…
“Hikikomari” Japonca bir kelime…
“Hiki”, “çekilmek, geri durmak” anlamına geliyor.
“Komoru”nun anlamı ise “kapanmak…”
Sosyolojik olarak tarifi ise şöyle:
“6 aydan fazla süreyle evine kapanan, sosyal ilişkilerden uzak duran, okul/iş gibi toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyen kişiler...”
Yaş grubu olarak 18-34 yaş arası gençlerde rastlanan bir durum.
Bir tür “devekuşu insan” diyebilir miyiz?
Galiba tam öyle değil.
“Hikikomari” gerçeği görmek istemediği için başını kuma gömen bir devekuşu değil.
Gerçeği görüyor ama gördüğü şeyi ve onunla savaşmayı reddediyor.
Ve kendi gerçeğini yaratmak için odasına kapanıyor.
Tabii ki dijital teknoloji ve yapay zekânın ona sunduğu tamamen kendine ait bir alemde dolaşıyor.
Kendi payıma bunu “ana rahminde plasenta içinde boşlukta taklalar atan” ceninler gibi tahayyül ediyorum.
Japonya’da bunların sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor
Acaba Türkiye’de kaç “hikikomori” vardır?
Nüfus istatistiklerinde böyle bir “vatandaş” kategorisi olmadığı için kesin rakam vermek zor.
Ama kendi çevremde “hikikomori” kategorisine giren çok fazla genç görüyorum.
Bunlar daha çok 20 yaş altı erkekler arasında gibi görünüyor.
Türkiye’deki hikikomori sayısının Japonya’dan az olacağını düşünmüyorum.
Hatta daha fazla da olabilir.
Genç işsizlerin oranına bakarsanız, buna bir de son 23 yılın kutuplaşması çerçevesinde, sınavlarda ve işe alımlarda yaratılan eşitsizliği, bireysel özgürlüklerin gerilemesini, gençlerin ülkenin geleceği ile ilgili umutsuzlukların yarattığı derin düş kırıklığını da eklerseniz, şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz:
Türkiye giderek bir “hikikomori ülkesi” haline geliyor.
Peki kim yarattı bu “hikikomori” neslini?
23 yıllık Erdoğan rejimi ve dijital teknoloji mi?
Büyük ölçüde onlar.
Ama Gerald Bronner parmağını bir başka nesle, benim neslime de uzatıyor.
“68 Devrimi”ni yapan nesle…
“Hikikomoriliğin ilk taşları orada atıldı” diyor.
Brönner çok ilginç bir şey yapmış.
1968 Mayıs olayları sırasında caddelere, duvarlara, okul duvarlarına yazılan sloganları alt alta yazmış.
“Radikal öznellik…”
“Gerçekçi ol, imkansızı iste…”
“Hayallerimiz iktidara…”
“Yasaklamak yasaktır...”
Ve kreşendosu:
“Tek ‘gerçek’ hayallerimizdir…”
Brennon diyor ki, “Bu sloganların bize anlattığı tek şey şudur:
“Gerçek önemli bir şey değildir…”
Yani “Asıl önemli olan gerçek olmayanlardır…”
Yani bugün bir “hikikomori tarihi” yazılacaksa, bunun miladı 68 Mayıs’ıdır…
O yıl mayıs ayında özgürlük ve zihniyet reformu gibi büyük bir idealle için sokağa çıkan genç insanlar, bu sloganlarla aslında gelecek nesilleri odalarına kapatacak olan umutsuzluğun kapılarını aralıyordu.
Ne yazık ki aralanan o kapıdan, bugünün 70 yaş üstü geriatrik otoriter popülist liderleri ve onların “yeni gerçeği” girdi.
Yani “davalarını”, “inançlarını”, “dinlerini”, “ideolojilerini” bize gerçekmiş, “yeni Türkiye’ymiş”, “yeni dünya”ymış gibi yutturmaya kalkan ve ne yazık ki bir ölçüde yutturan popülist otoriterler.
Peki bizim kuşaklarımızdan, yani savaş sonrası doğup da bugün kendini başarmış sayan insanların durumu ne?
Bizim hikikomori çocuklarımızdan farkımız ne?
Kazandığımız paranın, yazdığımız başarı hikâyesinin, mesela Hürriyet’in genel yayın yönetmeni veya Cumhurbaşkanı olmanın bizi mutlu ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bizim neslimiz, en azından evlerine kapanan çocuklarımızdan daha mutlu değil mi yani?
Evet, belki daha mutlu…
Ama Bronner buna “yürüme bandı hedonizmi” veya “mutluluğu” diyor.
Şu son 15 boyunca o bant üzerinde sabah sporumuzu yaparken, yürüdük yürüdük ve sabah fitnessi bittiğinde, ter atmış, kalori yakmış, fitleşmiş hedonizmimizin mutluluk yorgunluğunu atarken gördüğümüz manzara şu oldu:
Dibe vurdurulmuş bir demokrasi, tek kişinin iki dudağına sıkıştırılmış bir “milli irade” ve kolektif alınyazısı…
Polis ve savcı korkusuna endekslenmiş ve iğdiş edilmiş, ehlileştirilmiş özgürlükler…
“Davanın kılıcı” haline getirilmiş bir adalet ve yargı.
Yani hedonist yürüme bandı bizi hiçbir yere götürmedi.
Brönnen kitabını karamsar bir “yeni gerçeklikle” tamamlıyor.
“Bu gidişin son kötü, hem de çok kötü diyor…”
70 yıl boyunca Marksistlerin, milliyetçilerin, Nazilerin, Stalinistlerin, faşistlerin, Cadilloların, İslamcıların, evanjelistlerin, siyonistlerin, birbirinden beter “davalarını” bayrak gibi elden ele geçirerek getirdiği dünya bu.
Geldiğimiz noktaya bakarak, “Batsın hepinizin bize ‘dava’ diye yutturduğunuz bu kendi otoriter gerçekleriniz” diyeceğim…
Ama galiba artık çok geç…
Baksanıza herkesin kendi “Davası” en yüce kavram olarak bütün belagatlerin en şehvetli tahtına oturmuş.
Herkes kendi davasına sımsıkı sarılmış.
Sonuç?
Size kutlu, mutlu davaların yolları…
Çocuklara hikimori odaları…
*
(*) Gerard Bronner: “A l’Assaut du Reel”, PUF, 2025
Türkiye’ye dönüşte, bir gün torunum Sinan’ın odasının önünden geçerken onun Playstation’da oynadığı oyun dikkatimi çekti.
Benim gezdiğim Joshua ormanına benzeyen bir çizgi mekânda geçen bir bilgisayar oyunu oyunuydu.
Hemen cep telefonumun ekranına Joshua ormanında çektirdiğim fotoğraflarımı çağırıp ona gösterdim.
10 saniye kadar ekrandaki fotoğrafa baktı.
Sonra oyununu hızla geriye getirip bir sahne üzerinde durdu.
Ekrandaki çizgi film şeklindeki Joshua görüntüsü, benim fotoğrafımdaki ağaçların ve kayaların aynısıydı.
Yani fotoğraf çektirdiğim o gerçek yer, şimdi bir çizgi dünya olarak karşımdaydı.
“Analog gerçek” veya “organik gerçekle”, “dijital gerçek” veya “subjektif gerçek” arasındaki ilişki ve farkı ilk defa bu kadar çarpıcı biçimde o gün gördüm…
O gün torunumun odasındaki ekrana ve cep telefonumun ekranındaki kendime bakarken henüz “hikikomori” kelimesini bilmiyordum…
Geçen salı gece yarısını geçinceye kadar da hiç duymamıştım.
Bugünlerde Fransa’nın en gözde düşünürlerinden biri Gerald Bronner…
Salı sabaha karşı işte onun “A l’Assaut du Reel” adlı yeni kitabını okumaya başladım.
Türkçeye “Gerçeğe Saldırı” diye çevirebiliriz.
Sorbonne’da ders veren bir öğretim üyesi ve dersleri çok gözde.
L’Express dergisi onunu için “Çağımızın gerçek düşünürü” diyor.
Kitabın temel konularından biri, “bireylerin artık gerçekten kaçmaları…”
Bunun en çarpıcı örneği “hikikomari”lermiş…
“Hikikomari” Japonca bir kelime…
“Hiki”, “çekilmek, geri durmak” anlamına geliyor.
“Komoru”nun anlamı ise “kapanmak…”
Sosyolojik olarak tarifi ise şöyle:
“6 aydan fazla süreyle evine kapanan, sosyal ilişkilerden uzak duran, okul/iş gibi toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyen kişiler...”
Yaş grubu olarak 18-34 yaş arası gençlerde rastlanan bir durum.
Bir tür “devekuşu insan” diyebilir miyiz?
Galiba tam öyle değil.
“Hikikomari” gerçeği görmek istemediği için başını kuma gömen bir devekuşu değil.
Gerçeği görüyor ama gördüğü şeyi ve onunla savaşmayı reddediyor.
Ve kendi gerçeğini yaratmak için odasına kapanıyor.
Tabii ki dijital teknoloji ve yapay zekânın ona sunduğu tamamen kendine ait bir alemde dolaşıyor.
Kendi payıma bunu “ana rahminde plasenta içinde boşlukta taklalar atan” ceninler gibi tahayyül ediyorum.
Japonya’da bunların sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor
Acaba Türkiye’de kaç “hikikomori” vardır?
Nüfus istatistiklerinde böyle bir “vatandaş” kategorisi olmadığı için kesin rakam vermek zor.
Ama kendi çevremde “hikikomori” kategorisine giren çok fazla genç görüyorum.
Bunlar daha çok 20 yaş altı erkekler arasında gibi görünüyor.
Türkiye’deki hikikomori sayısının Japonya’dan az olacağını düşünmüyorum.
Hatta daha fazla da olabilir.
Genç işsizlerin oranına bakarsanız, buna bir de son 23 yılın kutuplaşması çerçevesinde, sınavlarda ve işe alımlarda yaratılan eşitsizliği, bireysel özgürlüklerin gerilemesini, gençlerin ülkenin geleceği ile ilgili umutsuzlukların yarattığı derin düş kırıklığını da eklerseniz, şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz:
Türkiye giderek bir “hikikomori ülkesi” haline geliyor.
Peki kim yarattı bu “hikikomori” neslini?
23 yıllık Erdoğan rejimi ve dijital teknoloji mi?
Büyük ölçüde onlar.
Ama Gerald Bronner parmağını bir başka nesle, benim neslime de uzatıyor.
“68 Devrimi”ni yapan nesle…
“Hikikomoriliğin ilk taşları orada atıldı” diyor.
Brönner çok ilginç bir şey yapmış.
1968 Mayıs olayları sırasında caddelere, duvarlara, okul duvarlarına yazılan sloganları alt alta yazmış.
“Radikal öznellik…”
“Gerçekçi ol, imkansızı iste…”
“Hayallerimiz iktidara…”
“Yasaklamak yasaktır...”
Ve kreşendosu:
“Tek ‘gerçek’ hayallerimizdir…”
Brennon diyor ki, “Bu sloganların bize anlattığı tek şey şudur:
“Gerçek önemli bir şey değildir…”
Yani “Asıl önemli olan gerçek olmayanlardır…”
Yani bugün bir “hikikomori tarihi” yazılacaksa, bunun miladı 68 Mayıs’ıdır…
O yıl mayıs ayında özgürlük ve zihniyet reformu gibi büyük bir idealle için sokağa çıkan genç insanlar, bu sloganlarla aslında gelecek nesilleri odalarına kapatacak olan umutsuzluğun kapılarını aralıyordu.
Ne yazık ki aralanan o kapıdan, bugünün 70 yaş üstü geriatrik otoriter popülist liderleri ve onların “yeni gerçeği” girdi.
Yani “davalarını”, “inançlarını”, “dinlerini”, “ideolojilerini” bize gerçekmiş, “yeni Türkiye’ymiş”, “yeni dünya”ymış gibi yutturmaya kalkan ve ne yazık ki bir ölçüde yutturan popülist otoriterler.
Peki bizim kuşaklarımızdan, yani savaş sonrası doğup da bugün kendini başarmış sayan insanların durumu ne?
Bizim hikikomori çocuklarımızdan farkımız ne?
Kazandığımız paranın, yazdığımız başarı hikâyesinin, mesela Hürriyet’in genel yayın yönetmeni veya Cumhurbaşkanı olmanın bizi mutlu ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bizim neslimiz, en azından evlerine kapanan çocuklarımızdan daha mutlu değil mi yani?
Evet, belki daha mutlu…
Ama Bronner buna “yürüme bandı hedonizmi” veya “mutluluğu” diyor.
Şu son 15 boyunca o bant üzerinde sabah sporumuzu yaparken, yürüdük yürüdük ve sabah fitnessi bittiğinde, ter atmış, kalori yakmış, fitleşmiş hedonizmimizin mutluluk yorgunluğunu atarken gördüğümüz manzara şu oldu:
Dibe vurdurulmuş bir demokrasi, tek kişinin iki dudağına sıkıştırılmış bir “milli irade” ve kolektif alınyazısı…
Polis ve savcı korkusuna endekslenmiş ve iğdiş edilmiş, ehlileştirilmiş özgürlükler…
“Davanın kılıcı” haline getirilmiş bir adalet ve yargı.
Yani hedonist yürüme bandı bizi hiçbir yere götürmedi.
Brönnen kitabını karamsar bir “yeni gerçeklikle” tamamlıyor.
“Bu gidişin son kötü, hem de çok kötü diyor…”
70 yıl boyunca Marksistlerin, milliyetçilerin, Nazilerin, Stalinistlerin, faşistlerin, Cadilloların, İslamcıların, evanjelistlerin, siyonistlerin, birbirinden beter “davalarını” bayrak gibi elden ele geçirerek getirdiği dünya bu.
Geldiğimiz noktaya bakarak, “Batsın hepinizin bize ‘dava’ diye yutturduğunuz bu kendi otoriter gerçekleriniz” diyeceğim…
Ama galiba artık çok geç…
Baksanıza herkesin kendi “Davası” en yüce kavram olarak bütün belagatlerin en şehvetli tahtına oturmuş.
Herkes kendi davasına sımsıkı sarılmış.
Sonuç?
Size kutlu, mutlu davaların yolları…
Çocuklara hikimori odaları…
*
(*) Gerard Bronner: “A l’Assaut du Reel”, PUF, 2025
.
Haber Merkezi