Türkiye-İran İlişkileri: Asırlık Rekabet Günümüzde Nasıl Şekilleniyor?
Türkiye, İsrail-İran geriliminde denge politikası izliyor. İran'ın egemenlik haklarına vurgu yapan Ankara, İsrail'e saldırıları durdurma çağrısında bulunuyor ve bölgeyi istikrarsızlaştırmakla suçluyor. Hamas saldırıları sonrası İsrail'e yönelik eleştirileri hatırlatan Türkiye, İran ile rekabet içeren pragmatik ilişkisini sürdürüyor.
İsrail ve İran arasındaki gerilim tırmanırken, Türkiye temkinli bir denge politikası izliyor. Ankara, bir yandan İran'ın egemenlik haklarına vurgu yaparken, diğer yandan İsrail'e saldırılarını durdurma çağrısında bulunuyor ve bölgeyi istikrarsızlaştırmakla suçluyor. Hamas'ın 7 Ekim saldırısından sonra Gazze'deki can kayıpları ve yıkım nedeniyle İsrail'e karşı sert bir tutum sergileyen Türkiye, Tahran ile uzun yıllardır pragmatik bir ilişki sürdürüyor. Ancak bu ilişkinin temelinde, zaman zaman su yüzüne çıkan bir rekabet de bulunuyor.
Peki, bu rekabetin kökenleri nereye dayanıyor ve Türkiye-İran ilişkilerinin bugünkü dinamikleri nasıl şekilleniyor?
TARİHSEL REKABET VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ
Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişiyle eş zamanlı olarak İran topraklarında kurulan Safevi İmparatorluğu, iki devleti yüzyıllar boyunca karşı karşıya getirdi. Bölgedeki nüfuz mücadelesi, sayısız savaşa yol açtı. Bu çatışmalar, 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması ile büyük ölçüde sona erdi ve günümüzdeki Türkiye-İran sınırının temelleri atıldı. Sınırların çizilmesiyle savaşlar azalmış olsa da, rekabet farklı alanlarda devam etti. Toprak hakimiyeti ve bölgedeki en etkili güç olma yarışında mezhep farklılıkları da önemli bir rol oynadı.
Birinci Dünya Savaşı'nın ardından hem İran hem de Türkiye, merkezi yönetimlere sahip ulus devletlere dönüştü. İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, ülkelerini modernleştirme ve dış tehditlere karşı koruma amacıyla benzer politikalar izledi. Pehlevi, 1934'te Türkiye'ye yaptığı ziyaretle ilişkileri geliştirme çabası gösterdi ve iki ülke arasında çeşitli ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalandı. Dönemin bölgesel işbirliği girişimlerinde de birlikte hareket ettiler.
1979 İSLAM DEVRİMİ SONRASI DEĞİŞEN DENGELER
1979'daki İslam Devrimi, İran'da Şah yönetimini sona erdirdi ve Şii İslam temelli yeni bir rejim kuruldu. Bu dönemde İran'ın en büyük bölgesel rakibi, Sünni İslam'ı temsil eden Suudi Arabistan oldu. Yeditepe Üniversitesi'nden Yrd. Doç. Dr. Ezgi Uzun Teker, İran'ın devrim sonrası uluslararası alanda yaşadığı izolasyon nedeniyle, silahlı vekil gruplar aracılığıyla bölgede nüfuz alanı oluşturma stratejisi geliştirdiğini belirtiyor.
ABD'nin 2003'te Irak'ı işgali ve sonrasında Arap ülkelerinde başlayan isyanlar, bölgede yeni bir dönemi tetikledi. Türkiye ve İran, bu süreçte ortaya çıkan gruplar üzerinde söz sahibi olmaya ve nüfuz alanlarını genişletmeye çalıştı. Ankara'da uzun yıllar İran ilişkileri üzerine çalışmış bir diplomatik kaynak, İran'ın devrimden sonra geliştirdiği dış politikanın Türkiye'nin çıkarlarıyla çeliştiğini vurguluyor. Kaynak, Türkiye'nin istikrar arayışında olduğunu, İran'ın ise askeri gücü ve milisleri aracılığıyla istikrarsızlıktan beslendiğini ifade ediyor.
İran, son 40 yılda Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'de önemli bir nüfuz elde etti. Pakistan, Çin ve Rusya ile yakın ilişkiler kurdu. Tebriz Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi mezunu akademisyen Arif Keskin, bu ilişkiyi "ne dostluk, ne düşmanlık" olarak tanımlıyor. Keskin, iki ülkenin rekabet içinde olduğunu ancak birbirlerini hasım olarak görmediğini ve bu nedenle ilişkilerde her zaman bir denge noktası bulunduğunu belirtiyor.
Irak ve Suriye'deki iç savaşlar, Türkiye ve İran arasındaki rekabeti daha da belirginleştirdi. Türkiye, bazı grupları "terör örgütü" olarak nitelendirerek askeri operasyonlar düzenlerken, İran karşıt tarafları destekledi ve Türkiye'nin operasyonlarından rahatsızlık duyduğunu dile getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017'de yaptığı bir açıklamada İran'ın "Pers yayılmacılığı" anlayışının sorun yarattığını ifade etmişti.
Bilkent Üniversitesi'nden Doç. Dr. Tuğba Özden Bayar, son yıllarda rekabetin en çok Suriye üzerinden şekillendiğini ancak iç savaşın sona ermesiyle rekabetin azaldığını belirtiyor. Bayar'a göre, Türkiye'nin doğrudan askeri varlığı ve İran'ın devlet dışı aktörler aracılığıyla etkinliği, rekabetin temelini oluşturuyordu.
ABD'nin Irak işgali sonrası yaşanan bölünme, hem İran hem de Türkiye için güvenlik riski yarattığı gerekçesiyle olumsuz karşılandı. Bu durum, iki ülkeyi bazı konularda yakınlaştırdı. 2010'da Birleşmiş Milletler'de İran'ın nükleer programı nedeniyle ambargo oylamasında Türkiye, Brezilya ile birlikte ret oyu kullandı.
Ancak Türkiye-İran rekabeti devam ediyordu. Doç. Dr. Bayar, Türkiye'nin sınırında nükleer bir güç istemediğini ve İran'dan nükleer programı konusunda şeffaflık talep ettiğini vurguluyor. Arif Keskin ise, İran'ın nükleer silah elde etme potansiyelinin Türkiye için ciddi bir tehdit oluşturduğunu belirtiyor.
Soğuk Savaş döneminde ve 1979 sonrası Rusya-Çin tarafında yer alan İran, zaman zaman NATO üyesi Türkiye'yi eleştirdi. Ancak rekabete rağmen, iki ülke arasında dengeli bir diplomatik ve ticari ilişki de gelişti. İran, uzun yıllar Türkiye'nin ikinci büyük gaz tedarikçisi oldu. Türkiye bir yandan da gaz kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışırken, İran Türkiye'ye gaz satan üçüncü ülke konumuna geriledi.
Türkiye'den Orta Asya'ya yapılan kara ticaretinin İran üzerinden geçmesi, iki ülke arasındaki ekonomik bağımlılığı da gösteriyor. Sınırın kapanması, Türkiye'nin ticaretini olumsuz etkileyebilir.
Arif Keskin, İran'daki son gelişmelerin bölgede istikrarsızlığa yol açabileceği endişesini taşıyor ve Türkiye'nin bu nedenle çatışmaları kaygıyla izlediğini belirtiyor. Keskin'e göre, Türkiye'nin İran'a verdiği destek, yakın ilişkilerden ziyade bölgesel istikrarsızlığın önlenmesine yönelik bir çaba olarak değerlendirilmeli.
Haber Merkezi