Ertuğrul Özkök'ten Cuma Namazı Gözlemleri: Muhafazakâr Yazarlar Diyanet İçin Ne Yazdı?

Türkiye'nin tanınmış muhafazakâr yazarlarından Ahmet Taşgetiren ve [Diğer Yazarın Adı], geçen cuma namazında dinledikleri hutbeyi pazar günü köşelerinde değerlendirdi. İki yazarın farklı gazetelerdeki yorumları, cuma hutbelerinin toplumsal etkisini ve muhafazakâr camiadaki yankılarını gözler önüne seriyor.

Yayınlanma:
Ertuğrul Özkök'ten Cuma Namazı Gözlemleri: Muhafazakâr Yazarlar Diyanet İçin Ne Yazdı?

27 Ağustos 2025 07:09

İsimlerini birazdan vereceğim.

İkisi de Türkiye’nin yıllardır tanıdığı iki muhafazakâr köşe yazarı.

Geçen cuma ikisi de cuma namazına gitmişler.

İkisi de dinledikleri cuma hutbesi ile ilgili görüşlerini geçen pazar günü yazdılar.

Biri Karar gazetesinin yazarı Ahmet Taşgetiren.

Öteki de yine aynı gazetenin yazarı Fehmi Koru.

(Bu arada Fehmi Koru, eşi Nebahat Koru’yu kaybetti. Kendisine Allahtan rahmet, Fehmi arkadaşımıza ve çocuklarına başsağlığı diliyorum. Arkasından yazdığı çok güzel yazıyı da hüzünle okudum.)

Her iki yazı da son günlerde kadınlara ve yaşam tarzlarına karşı fetvaları ile tanınan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Hutbe anlayışını eleştiriyor.

Benim görüşüme göre, Diyanet'in cuma hutbeleri konusunda İslami kesimin kendi içinden gelen ilk ciddi eleştiriler bunlar.

Ahmet Taşgetiren’in yazısında çok ilginç bazı bölümler var.

Yazısı şöyle başlıyor:

“Cuma günü cuma namazını İlahiyat Camii'nde kıldım. Camiye namazdan yarım saat kadar önce vardım. Bir sohbet olursa dinlerim, dedim.

Bir kişi kürsüye çıktı, dereden tepeden konuşmaya başladı. Camideki cemaat azlığından söze girdi, 'milleti gaza getiren hocalardan olsa böyle olmayacağını' söyledi. Tam bir geyik tonunda… Yarım saati öyle doldurdu."

Taşgetiren’in cuma hutbesi ile ilgili görüşü şöyle:

“Dedim camiye yazık, Cumaya yazık, kendim dahil o şahsı dinlemek zorunda olanlara yazık.”

Ama asıl eleştiriyi kendi yapmıyor, sözü Fatih Okumuş adlı bir İlahiyatçıya bırakıyor.

Kimdir Fatih Okumuş diye sorarsanız cevabı kendi özgeçmişinden şu:

“Bir İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi, zaman zaman Diyanet’le yolları kesişen, çoğu zaman cuma hutbesine çıkarılan, insanların kendisine hoca diye hitap ettiği bir ilahiyatçı…”

"Fikir coğrafyası" isimli sitede Diyanet hutbelerini değerlendiren bir yazısı var.

Başlığı şöyle:

 “Muhabbet zor zanaat…”

Taşgetiren o yazıdan şu bölümü aktarıyor:

“Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize söyleşelim:

Ses getiren hutbeler acaba bizim nefsimizi mi okşuyor?

Bize ötekileştirdiğimiz toplumun diğer bir kesimine karşı zafer duygusu mu veriyor?

Biz insanları camiye çekecek işler mi yapıyoruz; yoksa camileri boşaltmaya mı çalışıyoruz?

“İnsanlar bizim sözümüzden ve söylemimizden rahatsız oluyorsa dönüp bir de kendimize baksak ya… Muhabbet zor zenaat azizim."

Sonra şu çok çarpıcı öneriyle Diyanet’in bu yeni hutbe anlayışına karşı çıkıyor:

“Sultanahmet ile Ayasofya arasındaki meydanda bir Ramazan’da mesela bir Anadolu Rock konseri mi yapsak teravih namazını müteakip? Cem Karaca’dan “Allah yâr!” söylense… Barış Manço’dan, Sezen Aksu’dan ilahi tadında şarkılar… Sonra bir genç çıksa Mevlid-i Şerif’ten Merhaba bahrini cover yapsa…”

Dikkat edin bu sözleri ben değil, bir ilahiyatçı söylüyor.

Geyikli Rock konserini yasaklayan kaymakam acaba ne düşünür bu sözler üzerine...

Aynı ilahiyatçının yazısına devam ediyorum:

“Diyanetimiz bir karar vermeli: Davetçi miyiz; kadı mı?

Davetçi isek her konuda, her ortamda, herkese güzel sözü söyleme hakkımız ve ödevimiz var.

Kadılığa soyunursak toplumsal huzuru da bozabiliriz, laiklik ilkesini de ihlale düşebiliriz, Avrupa Birliği değer ve normlarıyla da çatışabiliriz, insan hakları ve cinsiyet eşitliği duvarlarına da toslayabiliriz.”

Sonra önerilerini sıralıyor:

"(*) Cami şeriat kapısıdır. İnsanları bu kapıdan kovmayalım. Bu kapıyı cazip hale getirelim. Daha bunun dört kapısı kırk makamı var.

(*) Cami kapısına “Sen de gel, sen de gir!” yazalım.

(*) Camdan bir cami yapalım, içine girme cesareti bulamayanlar da seyretsin namaz gibi bir güzelliği.

(*) Batı toplumları kiliseden uzaklaştı, biz camiye yakınlaşalım.”

Öneriler devam ediyor:

(*) “Allah’ın kullarını Allah’ın evinden, camisinden, hutbesinden soğutmayalım ya Huu. Dağarcığımızda hiç mi güzel söz yok! İslam’ın evrensel mesajları bu çağa neler söylüyor? İnsanlar heyecanla beklese önümüzdeki Cuma hutbesini. Cuma hutbeleri ruhlarımızı tamire vesile olsa… Günahlarımızın döküldüğünü hissetsek her Cuma. Camiden arınmış, yunmuş çıksak her hafta…”

Belki ilginizi çeker diye Fatih Okumuş’un bu güzel yazısının linkini de veriyorum.

Onun bıraktığı yerden Ahmet Taşgetiren alıyor ve tamamlıyor sözü:

(*) “Her hafta hutbe hazırlamak zor oluyorsa 52 isim belirleyelim her yıl. Bir öğretmen, bir sanatçı, bir şair, bir diplomat, bir vali, bir belediye işçisi, bir müzisyen, bir hukukçu, bir hekim, psikolog hutbe yazsın.”

(*) “İmamlarımız bu hutbelere kendilerini de katarak minbere çıksın.”

(*) “1500. Mevlid-i Nebi yılında hutbelerimizi kadınlar yazsın. Bir yıl boyunca kadınlar tarafından kaleme alınmış hutbeler dinleyelim kubbelerde.”

Bu sözleri söyleyen ben değilim.

Çünkü din adına konuşacak ne bu kadar bilgim ne de bu kadar itikadım var.

Ama bu ülkenin bir vatandaşıyım.

Her gün evimin çevresindeki 5 camiden çok kısa aralıklarla başlayan beş vakit namazın beş ezanını dinliyorum.

Aralıkları dikkate alırsam günde 25 ezan sesidir bu.

Mikrofon ve hoparlör kalitesinin iyi olmamasından  e belli aralıklarla başlayan ezan seslerinin birbiriyle rezonansa girmesinden kaynaklanan ses bozulmasından şikâyetim olsa da ezandan katiyen şikâyetim yok.

O camilerde her cuma bizim vergilerimizle çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yazdırdığı hutbeler okunuyor.

Orada vatandaşlara verilen mesajlar elbette hepimizi ilgilendiriyor.

Vatandaş olarak son zamanlarda okunan hutbelerin içeriğinden ben de mutlu olmuyorum.

Birleştirici olması gereken hutbelerin giderek insanları bölmeye, ötekileştirmeye yönelik bir içerik kazandığını görüyorum.

O nedenle bu hutbelerden rahatsızlık duyanların sadece benim gibi insanlar olmadığını görmek bana umut veriyor.

Hele hele ilahiyat hocalarının sesini yükseltmeye başlamasını camilerimizi yeniden insanları birleştirecek bir muhabbet alanına dönüştüreceği  umudunu yaşıyorum.

Ve bu yazıları Anadolu’nun her gün bir yerinde konserleri yasaklayan valilerin, belediye başkanlarının ve kaymakamların da  dikkatle okumasını diliyorum.

(Bu arada Fehmi Koru, eşi Nebahat Koru’yu kaybetti. Kendisine Allahtan rahmet, Fehmi arkadaşımıza ve çocuklarına başsağlığı diliyorum. Arkasından yazdığı çok güzel yazıyı da hüzünle okudum.)

Her iki yazı da son günlerde kadınlara ve yaşam tarzlarına karşı fetvaları ile tanınan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Hutbe anlayışını eleştiriyor.

Benim görüşüme göre, Diyanet'in cuma hutbeleri konusunda İslami kesimin kendi içinden gelen ilk ciddi eleştiriler bunlar.

Ahmet Taşgetiren’in yazısında çok ilginç bazı bölümler var.

Yazısı şöyle başlıyor:

“Cuma günü cuma namazını İlahiyat Camii'nde kıldım. Camiye namazdan yarım saat kadar önce vardım. Bir sohbet olursa dinlerim, dedim.

Bir kişi kürsüye çıktı, dereden tepeden konuşmaya başladı. Camideki cemaat azlığından söze girdi, 'milleti gaza getiren hocalardan olsa böyle olmayacağını' söyledi. Tam bir geyik tonunda… Yarım saati öyle doldurdu."

Taşgetiren’in cuma hutbesi ile ilgili görüşü şöyle:

“Dedim camiye yazık, Cumaya yazık, kendim dahil o şahsı dinlemek zorunda olanlara yazık.”

Ama asıl eleştiriyi kendi yapmıyor, sözü Fatih Okumuş adlı bir İlahiyatçıya bırakıyor.

Kimdir Fatih Okumuş diye sorarsanız cevabı kendi özgeçmişinden şu:

“Bir İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi, zaman zaman Diyanet’le yolları kesişen, çoğu zaman cuma hutbesine çıkarılan, insanların kendisine hoca diye hitap ettiği bir ilahiyatçı…”

"Fikir coğrafyası" isimli sitede Diyanet hutbelerini değerlendiren bir yazısı var.

Başlığı şöyle:

 “Muhabbet zor zanaat…”

Taşgetiren o yazıdan şu bölümü aktarıyor:

“Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize söyleşelim:

Ses getiren hutbeler acaba bizim nefsimizi mi okşuyor?

Bize ötekileştirdiğimiz toplumun diğer bir kesimine karşı zafer duygusu mu veriyor?

Biz insanları camiye çekecek işler mi yapıyoruz; yoksa camileri boşaltmaya mı çalışıyoruz?

“İnsanlar bizim sözümüzden ve söylemimizden rahatsız oluyorsa dönüp bir de kendimize baksak ya… Muhabbet zor zenaat azizim."

Sonra şu çok çarpıcı öneriyle Diyanet’in bu yeni hutbe anlayışına karşı çıkıyor:

“Sultanahmet ile Ayasofya arasındaki meydanda bir Ramazan’da mesela bir Anadolu Rock konseri mi yapsak teravih namazını müteakip? Cem Karaca’dan “Allah yâr!” söylense… Barış Manço’dan, Sezen Aksu’dan ilahi tadında şarkılar… Sonra bir genç çıksa Mevlid-i Şerif’ten Merhaba bahrini cover yapsa…”

Dikkat edin bu sözleri ben değil, bir ilahiyatçı söylüyor.

Geyikli Rock konserini yasaklayan kaymakam acaba ne düşünür bu sözler üzerine...

Aynı ilahiyatçının yazısına devam ediyorum:

“Diyanetimiz bir karar vermeli: Davetçi miyiz; kadı mı?

Davetçi isek her konuda, her ortamda, herkese güzel sözü söyleme hakkımız ve ödevimiz var.

Kadılığa soyunursak toplumsal huzuru da bozabiliriz, laiklik ilkesini de ihlale düşebiliriz, Avrupa Birliği değer ve normlarıyla da çatışabiliriz, insan hakları ve cinsiyet eşitliği duvarlarına da toslayabiliriz.”

Sonra önerilerini sıralıyor:

"(*) Cami şeriat kapısıdır. İnsanları bu kapıdan kovmayalım. Bu kapıyı cazip hale getirelim. Daha bunun dört kapısı kırk makamı var.

(*) Cami kapısına “Sen de gel, sen de gir!” yazalım.

(*) Camdan bir cami yapalım, içine girme cesareti bulamayanlar da seyretsin namaz gibi bir güzelliği.

(*) Batı toplumları kiliseden uzaklaştı, biz camiye yakınlaşalım.”

Öneriler devam ediyor:

(*) “Allah’ın kullarını Allah’ın evinden, camisinden, hutbesinden soğutmayalım ya Huu. Dağarcığımızda hiç mi güzel söz yok! İslam’ın evrensel mesajları bu çağa neler söylüyor? İnsanlar heyecanla beklese önümüzdeki Cuma hutbesini. Cuma hutbeleri ruhlarımızı tamire vesile olsa… Günahlarımızın döküldüğünü hissetsek her Cuma. Camiden arınmış, yunmuş çıksak her hafta…”

Belki ilginizi çeker diye Fatih Okumuş’un bu güzel yazısının linkini de veriyorum.

Onun bıraktığı yerden Ahmet Taşgetiren alıyor ve tamamlıyor sözü:

(*) “Her hafta hutbe hazırlamak zor oluyorsa 52 isim belirleyelim her yıl. Bir öğretmen, bir sanatçı, bir şair, bir diplomat, bir vali, bir belediye işçisi, bir müzisyen, bir hukukçu, bir hekim, psikolog hutbe yazsın.”

(*) “İmamlarımız bu hutbelere kendilerini de katarak minbere çıksın.”

(*) “1500. Mevlid-i Nebi yılında hutbelerimizi kadınlar yazsın. Bir yıl boyunca kadınlar tarafından kaleme alınmış hutbeler dinleyelim kubbelerde.”

Bu sözleri söyleyen ben değilim.

Çünkü din adına konuşacak ne bu kadar bilgim ne de bu kadar itikadım var.

Ama bu ülkenin bir vatandaşıyım.

Her gün evimin çevresindeki 5 camiden çok kısa aralıklarla başlayan beş vakit namazın beş ezanını dinliyorum.

Aralıkları dikkate alırsam günde 25 ezan sesidir bu.

Mikrofon ve hoparlör kalitesinin iyi olmamasından  e belli aralıklarla başlayan ezan seslerinin birbiriyle rezonansa girmesinden kaynaklanan ses bozulmasından şikâyetim olsa da ezandan katiyen şikâyetim yok.

O camilerde her cuma bizim vergilerimizle çalışan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yazdırdığı hutbeler okunuyor.

Orada vatandaşlara verilen mesajlar elbette hepimizi ilgilendiriyor.

Vatandaş olarak son zamanlarda okunan hutbelerin içeriğinden ben de mutlu olmuyorum.

Birleştirici olması gereken hutbelerin giderek insanları bölmeye, ötekileştirmeye yönelik bir içerik kazandığını görüyorum.

O nedenle bu hutbelerden rahatsızlık duyanların sadece benim gibi insanlar olmadığını görmek bana umut veriyor.

Hele hele ilahiyat hocalarının sesini yükseltmeye başlamasını camilerimizi yeniden insanları birleştirecek bir muhabbet alanına dönüştüreceği  umudunu yaşıyorum.

Ve bu yazıları Anadolu’nun her gün bir yerinde konserleri yasaklayan valilerin, belediye başkanlarının ve kaymakamların da  dikkatle okumasını diliyorum.

.

Haber Merkezi